Hayranı olduğu Gabriel Garcia Marquez ile buluşmak için sağlık sorunları nedeniyle 1987’de Moskova’ya gidememesine rağmen Yüz Yıllık Yalnızlık romanının yazarının koleksiyonunda tablosu bulunmaktadır. 1980’lerin sonunda Bakü’ye gitmiş Türk iş adamı ve resim koleksiyoncusu Nahit Kabakçı’yla kurduğu yakın arkadaşlık Kabakçı’nın ondan yaklaşık yirmi tablo almasına vesile olmuştu. Nahit Kabakçı’dan kızı Hüma’ya kalan tablolar, resim koleksiyonunda titizlikle korunuyor. Azerbaycan Devlet Sanat Müzesi’nde sadece 17 tablosunun bulunduğu Mir Cevat’ın tablolarının önemli kısmı Danimarka’dadır. Rahmetli Nahit Kabakçı bana “En çok yandığım şey, Mir Cevat’ın yirmi tablosunu ben değil de Danimarkalı galeri sahibinin almasıdır” demişti. Zaten İstanbul’dan sonra gittiği Danimarka’dan dönüşünde Belarus topraklarında 24 Haziran 1992’de trende kalp krizinden hayatını kaybettiğinde 69 yaşındaydı.
Kendisinin de ifade ettiği üzere hayatında ilk ve son kez ‘edebiyata el atarak’ sanata bakışı üzerine çok kıymetli bir yazı kaleme almış Mir Cevat’ın Diyalog isimli yazısını kısaltarak Yeniçağ okurlarına sunmaktan memnuniyet duyuyoruz.
***
MIR CEVAT
DIYALOG
Ben mutlu bir insan olmuşum.
Kaderin işidir. Önemli olan hiçbir zaman vicdanıma ihanet etmememdir.
Asla etmem. İstediğim gibi yaşamışım.
Güneşin ateşini içe içe renklerin ateşini tuvale aktarmışım.
Kalbimin, ruhumun enerjisini renklere katarak nice tablo yaratmışım: İşte o enerji şimdi de seyircinin azmini üsteleyebilir.
Ancak benim resimlerimi anlamak istemiyorlar.
İşte en korkunç olanı da anlamak istememeleridir.
İnsanlar hastadır, onlara boğazlarından rahat geçmesi için perhiz yemeği, sanat püresi gerekir.
Onlar şimdi kendilerini anlamazken dünyanı nasıl idrak etsinler?
Güher-i la mekan benim, kuvve-i mekana sığmazım.
Bu düzeye yükselmiş insan için korkacak hiçbir şey yoktur. Onun ölümü nasıl karşılamasını konuşmak ise abesle iştigaldir.
Mir Cevat tablosu. Hüma Kabakçı koleksiyonu (Türkiye)
Enfarktüsten sonra zayıf ve yorgunum, kendime gelemiyorum.
Ölüm duygusu bana acele ettiriyor, kalbimdeki ve beynimdeki düşünceleri hayata geçirmeye zamanımın yetemeyeceğinden korkuyorum. Sanki fikir ve düşünceleri yaşamım boyunca aramışım ve şimdi onlar tüm çıplaklığı ve incelikleriyle benim için tamamen berraktır.
Şimdi sanata adanmayıp boş geçen her dakika benim için işkencedir.
Ressamlığın kaderim olduğunu anlıyordum. Belki onun için gece-gündüz demeden deli gibi çalışıyordum.
Şimdi ise güçlükle ayakta duruyorum. Son eserlerimi bitirmem için bana süre tanınması lazımdır, işte Allah’a bundan dolayı yalvarıyorum.
İlk kez ressam kardeşim Tevfik Cevatov’un resimlerinde bunu gördüğümde beni dehşet bürümüştü. Korkarak bizim aileyi elim bir olayın beklediğini anladım(o tabloya ‘Yas havası’ ismini ben sonradan verdim.)
Üzerinden on gün geçmeden Tevfik, Moskova’da feci şekilde can verdi.
Bir defasında tüm gece gözüme uyku gitmedi, sabaha kadar yatağımda dönüp durdum.
Sanki bir şeyler benim için açıklığa kavuşmuştu, kalbim ilginç bir telaşla çarpıyor ve adeta ‘Ölüm, ölüm’ diyordu.
Sanki civardaki her şey sadece bu kelimeyi fısıldıyordu.
İşte o gece üç bin kilometre ötede kardeşim Tevfik can veriyormuş.
Ressam basiretli, yani geleceği gören bir insan demek.
O, yaratıcılığı hayatın ta kendisinin de üzerinde tutuyor..
Ressam Mesih’tir.
Ressamlık meslek olmayıp Allah’ın verdiği bir yetenektir. Ressamlık bana yaşamın anlamını idrak etmeyi öğretiyor.
Ressamlık delilik ve irade demek. Bu iki kavram sadece ilk bakışta birbirine aykırı şeylerdir kuşkusuz.
Ve bir de ressamın uzun bir yaşama ihtiyaç duyması iddiası tamamen absürttür. Zira ressam her bir yapıtıyla kendi ömründen harcıyor.
Mir Cevat’ın tablosu. Hüma Kabakçı koleksiyonu(Türkiye).
Ressam kendi yaşamını harcayarak bir şeyleri idrak ediyor ve böylece yaşamını harcaya harcaya ressam kendi eserlerinde yaşamaya başlıyor. Kendi yanarak civarına ışık saçıyor.
Gençliğimde ben Cezanne’a tapıyordum.
Cezanne benim elimden tutarak büyük sanata doğru götürüyordu.
O’nun sisteminde ben iyi organize edilmiş renk, biçim ve mekan ilişkileri bulmuştum. Analitik üslupla kendisi dünyanın resim ortamını şekillendiriyordu. Hayır, kendisi maddiyatı nesneleştirmiyordu.
O yıllarda impresyonistlerin yapıtlarını hiç kimseye göstermiyorlardı. Ben Hermitage Genel Müdürüne giderek Cezanne’ın eserlerine bakma izni vermemesi durumunda kendisini öldüreceğimi söyledim.
Gösterdiler.
Bu olaydan otuz altı sene sonra ben Piotrovski’yle Bakü’de bir araya geldim (Arkeoloji Sempozyumunda.)
B.Piotrovski yola çıkacaktı, zaman darlığından benim atölyeme uğrayamadı.
Ben kendi tablolarımın resimlerini gösterdiğimde adam çıldırarak: “Babil işte, Babil!. Bu büyük sanattır. Mısır Piramitleri gibi muhteşem bir şeydir. O vakit Hermitage’ı boşuna sallamamışsınız” dedi.
Bu, yaşamımızın fıkraya benzer bir sayfasıydı, hatırlayarak bir hayli güldük.
1955 yılında ben ilk kez Afrika heykelciliğinin reprodüksiyonlarını gördüm.
Aynı zamanlarda Leningrad’da Tibet’in ikon sergisi açılıyor. Tüm bunlar beni hayretler içinde bırakıyor; Ben adeta bin yıllarca özlemini çektiğim büyülü bir renk dünyasındaydım.
Otuz beş yaşımdaydım…
İyi hatırlıyorum, benim bu yaşımda Van Gogh artık tüm işlerini bitirip yaşama veda etmişti, benim ise hâlâ hiçbir şey yaptığım yok.
Bu beni dehşete düşürüyordu ancak ben haklı değildim.
Çoğu sanatçı gibi ben de ressamlığa erken yaşlarımda başlamıştım.
O dönemlerde benim yangın sırasında alevden kurtulamamış bir hayli iyi eserim vardı. Sebebi kendim için açıktı: Fethedilmiş bir zirveyle yetinmemek, tam mükemmellik katiyeti, tek kelimeyle mükemmelcilik yani.
Kendi resimlerimde ben o kayaların ruhunu, volkanların, dağların çizgilerini, onların kocaman biçimlerindeki dinamizmi ve doğallığı göstermeye çalışmışım.
Doğa benim için her zaman varlığın ilk şekli olmuştur.
Gençliğin mükemmelciliği her şeyi kavrama, her şeyi kapsama, nasıl ifade edeyim, her şeyi tatma isteğinin çılgınlığından ileri geliyor.
Benim için Apşeron Yarımadası ve onun bir parçası konumundaki Kobustan bölgesi kutsal yerlerdir.
Hayır, dünyaya gözümü açıp semayı ilk kez burada görmemden, bu küçük arazide denizin, dağların, volkanların, asırların derinliklerinden yükselen mabetlerin, Altın Gölet’in veya eski Meksika kültürünü çağrıştıran mezarlıkların olmasından dolayı değil.
Zamanında bu konuda Meksikalı bir arkeolog bilim adamı konferans vermişti: “Bu mezarlardan ölümden sonra da yaşam ümidi hissediliyor.”
İşte bu kelimeler Apşeron’la ilgili benim anılarımın ruhuna çok yakındır.
Çocukken bir keresinde kardeşim ve ben dedemle yaya köye gidiyorduk.
Yılın bu faslında olduğu gibi hava aşırı sıcaktı.
Civardaki bozkırların ucu-sonu gözükmüyordu.
Uzakta gözümüze sataşan at arabası hemen tepelerin arkasına geçerek kayboldu.
Yakıcı güneşin altında bir hayli yürüdükten sonra aniden yolun üstünde birkaç karpuz-kavun gördük.
Şaşırmıştık. Toprağı güneşten kavrulan bu yarı sahrada bunlar neredendi?
Dedem bunun arabacının işi olduğunu, uzaktan bizi görünce çocukları sevindirmek için yolun üstüne armağan olarak bıraktığını söyledi.
Dedemin kestiği o karpuzun dilimlerinin sıcaklığını, rengini ve tadını ben hiçbir zaman unutmam.
Ve bir de yüzünü hiçbir zaman görmediğim o arabacı benim hayalimden çıkmaz.
Benim yaratıcılığım çok sesli, çok anlamlı ve çok renklidir. Tüm bu özellikler benim sağlıklı düşünce tarzımdan ve belki dünyayı gerçekte olduğundan daha güzel biçimde kavramamdan ileri geliyor.
Benim yaratıcılığım sanatta özellikle şimdi çok az karşılaşılan alevli güçten, yaşamın bütünlük durumundan, sağlıklı biyopsikolojiden ibarettir.
Ancak ben hiçbir zaman bununla yetinmemişim. Tersine, bunların yardımıyla her daim idrakın enginliklerine doğru can atmışım.
Kainatın daha açılmamış sırlarından bir şeyler anlayabilmek için.
1985
(Mayis Alizade)